Yalnızlık hissiyle başa çıkanların içsel yolculuğunu keşfedin; empatiyle bağ kuran, umut veren bir rehber niteliğinde.
Bir şarkı kadar güçlü olmasa da bir filmden çok daha fazlasını anlatıyor Efnan Atmaca. “Selvi Boylum Al Yazmalım” üzerinden sevginin anlamını tartışırken, Zeki Müren şarkısının eşlik ettiği bir Türkiye tablosu gözünüzün önünde canlanır. İstanbul’un gecekondulaşması ve çarpık kentleşmesi, demokrasiye olan inancın neden sürekli zayıfladığını anlamadan çözülemeyecek bir parça olarak karşınıza çıkar. Popüler kültüre dair fotoğraflar, toplumun genetik haritasını ortaya koyar her daim. “100. Yılı’nda Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası” projesinin ikinci cildi olan Belki Duyulur Sesim, 1950-80 arasındaki dönemi parçalar halinde bir araya getirerek yapbozun kilit bölümlerinden birini tamamlamaya yardımcı oluyor.
Projenin ikinci bölümü Türkiye’nin çok-partili demokrasi deneyiminin 30 yılını anlatıyor ve bu dönemi Belki Duyulur Sesim adıyla niteliyorsunuz. Demokrasi deneyiminin başlangıcını sessiz, yalnız ve duyulmadan mı görüyorsunuz? Eğer öyleyse bu başlangıç nasıl bir yol izler?
Derya Bengi: Türkiye’de demokrasi, eksik ve gedikli bir başlangıca sahipti. Seçimle değişen iktidarın zorunlu adımları, yeni yasaklar zincirinin ilk halkaları oldu. Sistemin kapıları, sola kapalı bir düzeni andırıyordu. Bu yarım yamalak demokrasi, örgütlü bir halk mücadelesiyle elde edilmedi; buna rağmen o dönemde toplum için için büyüyen bir memnuniyetsizlik hissi de söz konusuydu. Kitaba isim veren şarkı “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar” galaksiye sesleniyor; “Bir haykırsam belki duyulur sesim” diyor. 1940’ların savaş yorgunu, fakir ve umutsuz insanlar da devletin büyük galaksisine karşı bu sesi fısıldıyordu.
Söz konusu 30 yılın kilometre taşı göçle de şekillendi: Türkiye’den Almanya’ya göçün etkileri nelerdi ve bugüne nasıl yansıdı?
Derya Bengi: İşçi göçü, küresel sanayileşmenin acı reçetesi olarak karşımıza çıktı. Günümüzde Münih’in 68. vilayet olarak görüldüğü bir dönemde, 67 il yerine bir kentte yaşam sürmek gündeme geldi. Almanya’ya giden kadınlar “Almanya Acı Vatan” türküsünü dile getirirken, Alman punk grubu Ideal Türkçe sözlerle “Aşk, Mark ve Ölüm” adlı şarkıyı yazdı. Göç, kültürel bir karmaşa ve zenginlik doğurdu; bugün hiphop ve Fatih Akın sineması gibi etkileşimler, çağdaş sanat hareketleri bu mirasın canlı kanıtlarıdır.
Kitapta en çok sarsılan başlıklardan biri Fatih Cinayeti oldu. Liseli bir kızın üzerindeki aydınlanamamış bir cinayet üzerinde dururken siz bu maddeyi kitaba dahil ederken neyi amaçladınız?
Erdir Zat: Fatih Cinayeti’ni günümüzdeki kadın cinayetleriyle direkt olarak bağlamamak gerekir. 1976’dan bu yana binlerce kurban üzerinden öğrendiğimiz şey, kadın cinayetlerinin politik bir oluşum kadar her birinin kendi özgün koşullarıyla işlediği gerçeğidir. Handan, Özgecan ve diğerleri tekil varlıklar olarak kalırken, bunların arkasındaki söylemler ve önyargılar da sürdürücü gücünü korur. Cinayetin anlatımı, devlet, siyaset ve medya işbirliğinin ideolojik propagandaya nasıl dönüştüğünü gösterir. Fiilin kendisinden çok, çevresindeki söylemin mahremiyeti, basındaki ikiyüzlü dil ve adalet sistemiyle kurulan ilişki belirleyicidir.
Televizyonun evlere girmeye başladığı yıllar neler yaptık bize?
Derya Bengi: Televizyon, toplumu adeta uzaktan kumanda ederek sarstı ve yordu. İyi niyetli ve daha müşfik olabilirdi; ancak o dönemde bu şansı kaçırdık. İsmail Cem anılarında TRT’nin ekranını halk üniversitesi gibi kullanma isteğini hatırlatır. Belgeseller, klasik edebiyat uyarlamaları ve tarih dizileri, kahvehanelerde en çok övgüyü toplarken baskıcı dönemler geçince bu sesler susturuldu. Televizyon, anti-demokratik zihniyetin aynası haline geldi.
Kalıcı bir miras olarak popüler kültürü öğrenmek, geçmişi bilmek ve hatırlamak ne kazandırır?
Erdir Zat: Popüler kültür, toplumun anlık fotoğrafını verir; her kare, dönemin hâlini, tavrını ve stilini aktaran bir belgedir. Keriman Halis Ece’nin dünya güzellikleriyle, Selvi Boylum Al Yazmalım’ın ekrandaki kimyasıyla halk edebiyatından miras kalan efsaneler beyaz perdeye yansır. Popüler kültür dalgaları kalıcılaşırsa kültürün geniş alanına girerler ve kültür, gelip geçici değildir.
Bu 30 yıl, demokrasiyle geçen ve artık haykırmayı öğrendiğimiz bir dönemin zemini mi oldu?
Derya Bengi: Evet, tam olarak öyleydi. 1950’lerin sonundan itibaren gençler, işçiler ve köylüler, dünyanın hızına ve eşitlik özlemine uyacak şekilde seslerini yükseltmeye başladı. Bu, siyasetin dar kalıplarını aşan bir dönüştürücü etkidir. Askeri ve sivil darbeler baskı kurmaya çalışsa da bu sesin kalıcı bir miras olarak yaşaması hep hatırda kalacaktır.
Ve Kemalettin Tuğcu’nun rolü?
Derya Bengi: Eğer avukatınız olsaydım, Tuğcu’nun değişmesini sağlayan bir gözlemci olmadığını savunurdum; o, toplumun akıntısına yüz veren biri olarak kalır. Onun romanlarındaki çocuklar, varlıktan yokluğa düşerken bile hayatta kalmayı sürdüren bir umut taşırlar. Bu durum, toplumun sürüklendiği çocukça rüyaların da gerçekliğini gösterir.
Jülide Gülizar’a saygıyla… Kadın spikerler meselesine de değinelim. Jülide Gülizar’ın özgürlüğü olmadan televizyonun kadınları özgürce temsil etmesinden söz edebilir miyiz?
Derya Bengi: 1974 yılında TRT’deki yöneticilere karşı mücadele eden Jülide Gülizar, toplumun sessiz çoğunluğunu arkasına alarak özerk TRT’nin savunucusu oldu. Onun başarısı yalnızca ekranda kadın varlığını temsil etmekten ibaret değildi; aynı zamanda haber spikerliği açısından incelikli Türkçesiyle haberleri akışa sokarak akşam saatlerinde ailelerin iç sesi haline geldi. Böylece televizyon, modern yaşamın bir parçası olarak kadınların görünürlüğünü güçlendirdi.