Dünya kirlendi,
sanal gürültüde gerçek sesler boğuldu.
İnsanlar,
ekranların arkasında gizlenmiş
günahkâr yalnızlıklar yaşıyor.
Ne çok âlemin içindeyiz…
Yoksa o âlemler, varlığımızın ve benliğimizin sınırlarını mı çiziyor?
Bu dijital çağın girdabında, yerini yurdunu kaybetmiş divaneler gibi oradan oraya savrulup duruyor insanoğlu.
Evimize dahi misafir etmediğimiz, belki de edemeyeceğimiz gölgeleri, gönlümüze, zihnimize ve en mahrem düşüncelerimize konuk ediyoruz. Oysa bu bilinmezlik diyarında, uzaklara doğru yelken açarken, asıl olmamız gereken limanı unutuyoruz.
Bazen fırtınalar bizi sürükler; karşı konulmaz, karşı durulmaz önüne. Hem zaten öyle değil midir? Sarsılmasın diye koskoca dağları yeryüzüne yerleştiren ve insanlar da her tür fırtınaya karşı durabilsin diye onlara hakikatin ağır sözünü bırakan…
Eskiden insanlar dağ gibiydi, kolay kolay yıkılmazdı. Zira onların kökleri; ahlak, aidiyet ve manevi inanç toprağına derince tutunmuştu.
Oysa bizler şimdi, en ufak bir sanal rüzgârda bile sarsılıyor, tutunacak bir dal/yol arıyoruz. Ve o tutunduğumuz ne dallar ne de yollar bize destek olmuyor, çünkü sağlam değil. Hepsi çürük. Altyapı yok. Kök yok.
Toprağa tutunmayan ağaç nasıl kök salmazsa; ya Allah’a tutunmayan insan, nasıl sağlam ve dirençli olur?
Olmaz. Olamaz.
Dünya kirlendi, sanal gürültüde gerçek sesler boğuldu. İnsanlar, ekranların arkasında gizlenmiş günahkâr yalnızlıklar yaşıyor.
Evet, bir Nuh Tufanı gerekli, temizlenmesi için… Dünya abdest almalı; ama önce vicdanlarımızın suyu berraklaşmalı. Sağlam olanlar, çürük olandan ayrılmalı.
Ve ancak böylelikle…
Hayat!
Yine yeniden, köklerimize dönerek başlamalı.