Aile dramasıyla sanatın büyüsünde kırılganlık ve intikamın izinde, duyguların derinleştiği unutulmaz bir sürükleyici yolculuk.

Sanatın iyileştirici gücüne dair sorular, Müjde Işıl’ın yaklaşımında yeniden şekilleniyor. Filme dair ilk izlenimler, Borg ailesinin evinin adeta bir karakter olarak öne çıktığı sahnelerde belirginleşir. Dış görünümden iç mekânların yankısına, eşyaların yerleşiminden geçmişle şimdi arasındaki bağa kadar her unsur, ailenin dinamiklerini simgeleyen ince işçilikle işlenir.
İlerleyen bölümde Nora ile karşılaşırız; tiyatro oyuncusu olan genç kadın, sahne korkusuyla mücadele ederken kendi ayakları üzerinde durmaya çalışır. Ibsen’in Nora’sına göndermeler barındıran bu karakter, muazzam bir bağımsızlık arayışını da içinde taşır. Ancak film, bu bağımsızlık arayışını sadece bireysel mücadelelerle değil, baba figürünün karmaşık davranışlarıyla da ilişkilendirir.
Babasının geçmişte kızlarıyla kurduğu bağın kırılganlığı, Agnes’in küçükken ona yüklediği sorumluluk ve Nora’nın sanat ile duygusal boşluğu doldurma çabası üzerinden ilerler. Gustav Borg’un yeni projesinde Agnes’i oynatması ve yüzüne yapılan yakın planlar, karakterler arasındaki çatışmayı görünür kılarken, sanatın menfaatlerle iç içe geçen doğasını da eleştirir.
Kız kardeşlerin hissedebileceği sızı ifadesi, filmin odaklandığı ana duyguyu özetler: Nora ve Agnes arasındaki bağ, değişen aile dinamikleri ve babanın varlığı ya da yokluğu arasındaki gerilimle şekillenir. Trier ve Vogt’un sineması, Bergman, Çehov ve Ibsen’in izlerinden geçerek modern bir dille anlatı kurar; bu bağlamda karakterlerin içsel çatışmaları, izleyiciye evrensel bir kırılganlık sunar.
Inga Ibsdotter Lilleaas’ın Agnes olarak sahneye çıkışını güçlendirdiği performanslar ve Renate Reinsve’nin Nora’daki incelikli anlatımı, filmin duygusal yoğunluğunu pekiştirir. Hollywood’dan bir anlık görünüm sunan Elle Fanning’in kısa rolü ise, karakterler arasındaki ekolojik uyumsuzluğu başarıyla yansıtır. Stellan Skarsgård’ın kilit rolde sahneye çıkması ise her zamanki gibi karakterlerin egoları ile sanatın kutsallaştırdığı gücü arasındaki gerilimi vurgular. Bu eser, geçmişin telafisi mümkün olmasa da günümüz sanatının, eksik bağları yeniden kurmaya olanak tanıyabileceğini umutsa taşıyan bir bakış sunar.