Asıl mesele, insana rast gelmektir.
Yoldaşına güven veren, halkına omuz veren,
düşeni kaldıran bir insana…
Yanlışın arkası kalabalık diye doğruluktan vazgeçilir mi?
Gençlik yıllarımızdan beri bir dava peşinde koşuyoruz. O dava ki, ömrümüzü ona adadık; iş hayatımızı, sosyal hayatımızı, sevinçlerimizi, hüzünlerimizi onunla yoğurduk.
Her adımımızda zorluklarla karşılaştık; bazen yalnız kaldık, bazen ayrılıkların acısını tattık, bazen hatalarımızın keşmekeşinde yolumuzu kaybettik.
Şairin dediği gibi:
“Ben öldükten sonra getireceğiniz çiçeği çöpe atın.”
Çünkü gerçek değer, vaktinde söylenmeyen sözde, vaktinde gösterilmeyen vefada gizlidir.
Bugün toplum olarak en büyük imtihanımız, insana değer vermemeyi alışkanlık haline getirmiş olmamızdır. İnsan yaşarken yanında olunmaz, elinden tutulmaz, sözüne kulak verilmez; ama iş işten geçince ağıtlar yakılır, süslü sözler söylenir. Oysa dava dediğimiz şey, insanların ölüsüne değil dirisine sahip çıkmaktır.
Siyaset sahnesine baktığımızda da benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Partiler, kadrolar, yöneticiler… Hepsi insanı dilinden düşürmez ama iş icraata gelince; liyakat değil sadakat, ehliyet değil menfaat konuşur. Hakikatin yanında durmak yerine çıkar hesaplarının yanında durulur. Ve böylece toplum, birbirine güvenini kaybeder.
Oysa milletin en çok ihtiyaç duyduğu şey; doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilen bir irade ve insana vaktinde kıymet verecek bir siyaset anlayışıdır. Çünkü vefasızlık sadece bireyler arasında değil, devlet ile millet arasında da güveni kemiren bir hastalıktır.
Bugün bizi tüketen şey; birbirimizi kırmamız değil, kırılanı onarmaya gayret göstermememizdir. Bizi yoran şey; hatalar değil, hatadan dönme iradesini kaybetmemizdir.
Asıl mesele, insana rast gelmektir. Yoldaşına güven veren, halkına omuz veren, düşeni kaldıran bir insana…
Unutmayalım: Makamlar, mevkiler, partiler, iktidarlar gelir geçer. Ama insana verilen değer baki kalır.
Birbirimizin kıymetini vaktiyle bilirsek, bu millet de ayağa kalkar; bu dava da yeniden dirilir.