Onun gücü,
zorla üzerine konulan “zincirleri”
manevi bir kanata dönüştürme yeteneğinden gelir.
Baskılara Rağmen Kadının Kendi Değerini Var Etme Mücadelesi!
“Dünyayı tek elle sallayan” imajı, asırlar boyunca süren bir mücadelenin metaforudur; kadının, üzerine inşa edilen toplumsal, dini ve siyasi duvarlara rağmen kendi varoluşunun gücünü ispat etme çabası. Tarihsel kölelik kurumundan (cariye) günümüzdeki manevi yapılara (tarikatlar) kadar uzanan bu yolculukta kadın, kimi zaman görünmez kılınan, kimi zaman kutsanan ancak daima bir ‘öteki’ olarak konumlandırılan karmaşık bir varlık olmuştur. Ancak hikâyenin özü, tüm bu baskı mekanizmalarının ortasında dahi, kadının kendi değerini ve yerini koruma azminde gizlidir.
Tarihin Yükü ve İslami Reform Çabası!
İslamiyet’in zuhur ettiği dönemde kölelik, sosyo-ekonomik hayatın kabul görmüş bir gerçeğiydi. Kadın köle (cariye) statüsü, bir mülkiyet ilişkisini temsil ediyordu. Ancak bu kurumu getirmeyen fakat var olanı devralan İslam, köleliği kaldırmayı temel bir ahlaki hedef haline getirmiştir. Köle azat etmeyi en büyük sevaplardan saymak, efendiden çocuk doğuran cariyeyi özgür kılmak gibi hukuki ve ahlaki tedbirler, o dönemin şartlarında dahi insani bir değer zinciri oluşturma çabasıydı. Bu, kadına yönelik baskının bir kurumu olan köleliği dahi insaniyetle yumuşatma ve nihayetinde yok etme vizyonunu içeriyordu. Peygamber dönemi ve sonrasında bu kuruma dair tartışmalar, bir yandan dönemin acımasız gerçeklerini yansıtırken, diğer yandan kadının bir eşya değil, bir ruh ve anne olarak tanınması yolunda atılan önemli adımları da gösterir.
Günümüz: Görünmez Kılınan Maneviyat!
Modern dönemde, kölelik kurumu tarihin tozlu sayfalarına karışsa da kadına yönelik baskının biçimi değişerek devam etti. Özellikle gelenekselleşmiş dini ve manevi yapılar olan şeyhlik ve tarikatlarda kadının konumu, bu yeni baskı biçimlerinin en çarpıcı örneklerinden biridir.
Birçok tarikat yapısında, kadınların kamusal alandan izole edilmesi, erkek cemaatle aralarına fiziki ve sembolik duvarların örülmesi yaygındır. Kadınlar, sadece kendi aralarında toplanan, görünürlüğü düşük cemaatler içinde var olurlar. Bu durum, eleştirilerin odağında, kadının sadece “hizmet eden” ya da “kutsal ailenin uzantısı” olarak görülmesine yol açarak, toplum nezdinde adeta “adının yokluğuna” işaret eder.
Ancak madalyonun diğer yüzü, tasavvufun özüne dayanır: Ruhun cinsiyeti yoktur. İşte tam bu noktada, kadının kendi değerini koruma mücadelesi başlar. Mevlevilik ve Bektaşilik gibi bazı ekollerde geçmişte kadınların şeyhlik makamına yükselmesi, kadın evliyaların varlığının kabul görmesi, kadının manevi potansiyelinin sınırsız olduğunun kanıtıdır. Bu, baskı altında tutulan bedenin ötesinde, kadının ruhsal alanda en yüksek mertebelere ulaşabilme kapasitesini, yani kendi içsel iktidarını kimseye teslim etmediğini gösterir.
Değeri Korumak: Direniş ve Varoluş!
Kadının tüm bu tarihsel ve güncel baskılara rağmen yerini ve değerini koruması, pasif bir kabul ediş değil, aktif bir varoluş mücadelesidir.
Direnç: Kadın, hem dinde hem de toplumda kendisine biçilen dar rolleri aşarak, aile içinde sevgi, toplumda yardımseverlik ve maneviyatta irfan ile kendisini ispatlamıştır.
Devamlılık: En zorlu koşullarda bile, kültürel ve dini değerlerin aktarılmasında birincil rolü üstlenerek, toplumun sürekliliğini sağlamıştır.
Kendini Keşif: Gerek toplumsal baskılarla gerekse dini kurallarla belirlenen “örtü” ve “perde” arkasında, kadın kendi özgürlüğünü manevi alanda keşfetme yolunu bulmuştur.
Sonuç olarak, kadının hikayesi ne köleliğin acısıyla biter ne de tarikatların duvarları arasında kaybolur.
Onun gücü, zorla üzerine konulan “zincirleri” manevi bir kanata dönüştürme yeteneğinden gelir. Kadın, baskı altındaki bedeninin ötesinde, özgür ruhuyla, hem toplumu hem de maneviyatı yeniden şekillendiren, yerini ve değerini her şeye rağmen korumaya devam eden yegâne aktördür. Ve bu mücadele, “Dünyayı tek elle sallayan” bir azimle sürmektedir.