Hayallerin Üç Kuşağı: Johanne’nin yazdığı aşk ve büyüme hikâyesiyle duyguları keşfedin; sevgi, ilham ve kişisel dönüşümü bir araya getiriyor.
İstanbul Film Festivali kapsamında Norveçli sinemacı Dag Johan Haugerud’un etkileyici tarzını yeniden keşfetmek mümkün. Altın Ayı’nı kazandıktan iki ay sonra Berlin’de görücüye çıkan Drommer/Hayaller, Haugerud’un üçlemesini tamamlayan son bölüm olarak öne çıkıyor. Filmin genel dili, günlük yaşamın içinden yükselen uzun diyaloglar ve karakterlerin kendilerini ifade ediş biçimleri üzerine kurulu. Konuşkan bir üslup taşıyan yazar-senaryo, karakterlerini sıkıcılığa düşürmeden ilerliyor ve izleyiciyi düşünmeye sevk ediyor.
Sinemanın başkahramanı Johanne, 16 yaşında bir lise öğrencisi olarak öne çıkıyor. Tesadüfen şair anneannesinin kitaplığında bulunan bir aşk öyküsü, onun iç dünyasını derinden etkiliyor. Okula yeni gelen yabancı dil öğretmenine karşı hissettiği ilgi ise zamanla platonik bir aşka dönüşüyor. Bu öykünün başlangıç noktası olarak görülebilir; fakat asıl sürprizler daha sonra başlıyor. Johanne, öğretmenine duyduğu aşkı anlatan bir metin yazıyor ve bu metin üzerinden ilerleyen bir büyüme hikâyesi ortaya çıkıyor.
Üç kuşak kadın teması, metnin nasıl bir dönüştürücü güç olduğunu gösteriyor. Başlarda şair olan anneanneye metnin okunması, onun kariyersel tıkanıklığını ve mesleki sınırlarını aşıp, başarısıyla öne çıkıyor. Annenin bu yazıyı özgürleşicisinde bir araç olarak görmesi, sonunda edebi dile kapılmasına yol açıyor. Johanne’nin annesi ise bu durumu başlangıçta istismar olarak değerlendiriyor; ancak zamanla kendi duygusal dünyasını ve hikâyedeki edebi derinliği fark ediyor. Böylece Hayaller, ilk aşkın ötesine geçerek yazmanın büyüsünü, büyüme sürecinin ve kendini keşfetmenin hikâyesini anlatıyor.
Johanne, yaşadıklarını ve yaşamayı hayal ettiklerini yazıya dökerek kendini dönüştürüyor; yazının gücüyle gerçek hayatta karşılaşabileceği sınırları aşmayı deniyor. İlk aşkın anlamını ya da arayışını, hem okuduğu kitabın içindeki satırlarda hem de kendi yazılarında buluyor. Bu yazma süreci, onun hayal gücünü güçlendiriyor ve belki de hiç yaşayamayacağı bir aşkın kapısını kendi elleriyle aralıyor. Filmin anlatım tonu, izleyicinin de hayal gücünü öne çıkarıyor ve karakterlerin iç dünyasına dair fikirleri tamamen izleyiciye bırakıyor.
Görüntü ve mekânın şiirselliğiyla öne çıkan Ella Overbye’in performansı, başrolde sınırları zorlayan bir doğal oyunculuk sunuyor. Cecilie Semec’in harikulâde sinematografisi ise melankolik ve estetik bir şehir tasviriyle filme derinlik katıyor. Haugerud’un şehir ve mimari üzerinden kurduğu bakış, belgeselvari bir gerçeklik duygusu yaratıyor. Bir de kazaklar var; örgüyle örülmüş sıcaklık ve doğallık, filmi nostaljik bir tona büründürüyor ve seyirciyi karakterlerle birlikte bir anıya sarılıyor.