Siz annenizden, ninelerinizden,
yakın ve uzak akrabalarınızın kadınlarından
ne miras aldınız ve çocuğunuza
ne miras bırakıyorsunuz?
Annesinin gözlerinde
varlığının yansımasını göremeyen bir çocuk,
eğer iyi birine rast gelemezse, hayatı boyunca varlığını yansıtacak aynayı
başkalarının gözlerinde arayıp duracaktır.
İnançlar kalıpları, insan hayatının görünmez direksiyonudur. Doğmadan önce soy ağacıyla başlayan, doğumla ölene kadar devam eden ve hatta ölümünden sonra temasta olduğunuz çevremize yön veren, yol gösteren inanç ilkelerimiz, düşünce biçimlerimiz, duygu kalıplarımız, davranış alışkanlıklarımız vardır. Tüm bu ilkeler, şekiller, şemalar, alışkanlıklar tercihlerimizi, fırsatlarımızı, imkanlarımızı belirler. ‘Ben yeterli değilim, yapamam!’ inancı en parlak ihtimalleri bile karartırken ‘her zaman bir yol, bir çözüm vardır!’ inancı, çıkmaz sokakta bile kapılar açtırır, geçilmez nehirler üzerine köprüler kurdurur. Psikolojide bahsedilen kendini gerçekleştiren kehanet işte budur. Aslında insan, düşündüğü gibi değil, inandığı gibi yaşarmış.
Peki sen hangi inanç, düşünce, duygu ve davranış kalıplarıyla hayatına yön veriyorsun? Kendine ait yeni bir hikâyeyi ancak inanç dünyanı, düşünce şemanı, duygu kalıbını ve beden alışkanlığını değiştirdiğinde yazabilirsin. Kendini anlamaya, değişmeye ve yeni bir hikâye yazmaya hazır mısın?
…
Sürekli onay arayışları, yetersizlik hissi, toksik ebeveynler, travmalar insanlarda büyümeyi yavaşlatan ve gelişmeyi engelleyen çocukluk yaralarındandır.
Kadim tarihimize ve kültürümüze göre anneliği öyle yüceltiyoruz ki, bir çocuğun annesiyle yaşadığı duygusal eksikliği konuşmak bile evlatlarda suçluluk hissi yaratabiliyor. Aslında bir anne sevgi dolu olmasına rağmen yine de yaralayabilir, dengeyi bir şekilde bozabilir; fazla ihmal edebilir yahut fazla koruyucu ve tutucu olabilir. Bir anneni ilgi, bilgi ve sevgi dolu olmasına rağmen dengeyi bir şekilde bozması birbiriyle çelişmek zorunda da değildir; insani bir durumdur, doğal bir hal ve tavırdır.
Bir çocuğun en temel ihtiyaçlarından biri de dokunulmak, kucaklanmak, temiz bir ten temasında kendini var hissetmektir. Çünkü bedenimize dokunan bir sevgi ve muhabbet, ruhumuzun da duyulduğunu bize fısıldar, haber verir. Fakat bazı evlerde sessizlik çok daha baskındır; duygu fakiri sözler, sarılmalar, temaslar… Bu çocukluk yaralarıyla büyür insan, temasın eksikliği hala tenindedir; sarılmadan ağlamayı öğrenir, sevebilmek için kanıt arar… Fakat tenine hiç dokunulmamış, sarılmayı hiç yaşamamış bile olsa, içindeki çocuğu kucaklamayı öğrenebilir. Temas sadece bir bedenden diğerine değildir, insanın kendi içine, kalbine de yöneltilebilir. Bir yetişkin insan olarak kendine; ruhuna, düşüncelerine, kalbine, bedenine şefkatle dokunabilir; yaralarının farkına varabilir, eksik yanlarını tamamlayabilir, onarabilir; ihtiyaç duyduğu sevgi, şefkat ve muhabbeti şimdiden başlayarak telafi edebilir.
…
Bir çocuk için anne sadece bir kişi değildir, anne, ilk temastır. Ve ilk temas, çocuk için hayata dair her şeyin ilk kaydıdır: ‘Güvende miyim? Sevilmeye değer miyim? Hissettiğim şey önemli mi?’ Bir çocuk bu temel soruların cevapları net alamadıysa büyüdüğünde hala aynı sorularla ancak başka kişiler üzerinden boğuşur. Kocası üzerinden, yakın akrabaları ve yakın arkadaşları üzerinden, yakın komşuları ve diğer çevresi üzerinden bu mücadele devam eder.
…
Anne yarası genellikle çok sessiz ve çok derin bir yaradır. Anne; kimi zaman çok meşguldür, çok yorgundur, kimi zaman duygusaldır, kaygılı ve umutsuzdur; kimi zaman kendi annesinden kalma yaralarıyla mücadele halinde olan yorgun bir savaşçıdır.
Ve çocuklar annenin içinde bulunduğu bu durumu anlayamazlar, hiç kimse de bunu onlara anlatamaz. Çünkü onlar ‘annemin duygusal sorunları var, o yüzden bana duygusal olarak ulaşamıyor’ şeklinde düşünebilecek olgunlukta değildirler. Çocuklar o yaşta; ‘ben yanlışım, ben yetersizim, ben sevilmiyorum…’ şeklinde düşünürler. Ve en ciddi olanı da çocuğun, ‘annenin eksikliğini, kendi eksikliği’ olduğunu sanmasıdır.
Anne yahut baba veyahut yakın ve uzak akraba; çocuğa bir dengede ne az ne fazla tam kıvamında, adaletli, ahenk ve huzur veren muamele bulunması esastır. Kimden gelirse gelsin ister az ve ihmalkâr ister fazla ve tutucu olsun; dengeyi bozan ve huzuru kaçıran her duygu, her düşünce, her davranış insana yaradır. Bu bazen dengenin az yahut fazla olumlu yahut olumsuz aşırı uçta bulunmakla veyahut da anne yahut baba veyahut yakın ve uzak akrabaların kendi yaralarını çocuğa sızdırması, akıtması, boca etmesi şeklinde olur. Ve bu yara çoğu zaman çocuklarda ‘eksik bir şey var ama ne olduğunu bilmiyorum, tarif de edemiyorum…’ şeklinde belli olur.
Her canlı yavrusu için, her çocuk için sevilmek bir ihtiyaç olmaktan öte bir var olma, ‘ben de varım!’ deme hakkıdır. Hangi cinsten olursa olsun her çocuk, öncelikle annesinin gözlerinde varlığının yansımasını bulur; sonra baba, daha sonra yakın ve uzak çevrede. Annesinin gözlerinde varlığının yansımasını göremeyen bir çocuk, eğer iyi birine rast gelemezse, hayatı boyunca varlığını yansıtacak aynayı başkalarının gözlerinde arayıp duracaktır.
DEVAM EDİYOR…