DOLAR
37,9125
EURO
41,0138
ALTIN
3.785,79
BIST
9.659,48
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Malatya
Hafif Yağmurlu
18°C
Malatya
18°C
Hafif Yağmurlu
Pazartesi Çok Bulutlu
18°C
Salı Yağmurlu
15°C
Çarşamba Yağmurlu
17°C
Perşembe Hafif Yağmurlu
15°C

SENİN DERDİN NE?

A+
A-

 

SENİN DERDİN NE?

 

Bu filleri kim tepiştiriyor?

Bu kavanozu kim sallıyor?

Şu dünyayı kim çalkalıyor?

Şu sarı öküzden kim rahatsız oluyor?

Ve şu fare çuvalını kim silkeliyor? 

Fazla hız, fazla haz ve fazla telaş zamanla ruhu tüketiyor. Derinleşmek, yükselmek, ilerlemek hayatı daha anlamlı ve daha değerli kılıyor. Çünkü anlam derin bağ kurmaktır. Daha derine indirenle, daha yükseğe çıkaranla, daha ileriye gidenle sapasağlam bir bağ kurmak. Anlama derin, kaliteli ve sağlam bir bağ kurduran şu derdini sev, derdi verenini sev, kaderini sev… Yıldız Tilbe’nin ‘Dillere Düşeceğiz’ adlı şarkısında geçen “Dert ver, keder ver ama duygusuz bırakma, / Aşk ver, hasret ver ama onsuz bırakma…” şeklindeki bu dizeler, konuyu pek güzel özetliyor.

Dert sahibi insanı mumla aradığımız bir devirde yaşıyoruz. Hiçbir duygu derin yaşanmıyor, uzun yaşanmıyor, kıyıda yaşanıyor, sığ yaşanıyor. Dostluklar da düşmanlıklar da hatta aşklar da köksüz, olduğu gibi sığ ve yüzeysel yaşanıyor. Bu sağlıklı bir durum değil. En zor savaş, kafamda düşündüklerimle kalbimde hissettiklerim arasındaymış meğer. Beni ben eden dertleri yanıma alıp beni benden eden faydasız şeylerle vedalaşmışım artık, ait olduğu yere bırakmışım. Bazen bırakmak tutunmaktan daha hayırlıymış. Dostun satmadığı müddetçe düşmanın, olduğun yeri asla bilmezmiş meğer. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum.

Peki senin derdin ne? Hayat, omurgalı bir hayat! Bir derdin var mı hayata dair? Varsa derdinle yaşarsın, onun için mücadele edersin, emek veririsin… İnsanın derdi yine insan, hayatı insan, hikâyesi insan.

Öğrenme bir iş değil aslında, öğrenmeyi merak edip talep etmek, talebe olmak esastır, dert sahibi olmak esastır; insani olan ve insana yakışan budur. Hayatım boyunca sınava çalışmadım hiç. Çünkü okullar, merak ve talep edip öğrendiklerinin küçük bir sınavı olur sadece. Çünkü gerçek talebe, sınavlardan aldığı notların matematiksel hesabını yapmaz; merak eder, talep eder, anlar; mana katmanları arasından zirveye doğru yürür, hakikate ve nihayetinde marifete doğru yolculuk eder.

Bir derdin olduğunda, açık olduğunda, net olduğunda, şeffaf ve berrak olduğunda, birileri seninle olmak istemediğinden tercih edilen olmuyorsun. Tercih edilmeyince dolaylı olarak da engelleniyorsun, uzak tutuluyorsun. Sosyal medyada paylaşımlarınız bile söz konusu ediliyor, ricada bulunuluyorsun. “Halbuki ben bana ait olanı, geçmişten geleceğe doğru gürül gürül akan hikâyemin notalı sesini paylaşıyorumdur. Kimliğimi, kişiliğimi, derdimi anlatıyorumdur. Neden mesele olsun ki? Oluyormuş işte. Kim ne düşünürse düşünsün ne derse desin ne yaparsa yapsın bildiğimi bir nota kıvamında kendimce besteleyerek yazarım da söylerim de. İsteyen dinler okur, isteyen çalar söyler. İnsanca omurgalı olmak, derdi olmak, onurlu olmak kimliğimizdir bizim. Talebeliğimizde böyle talep ettik biz. Herkesle aynı fikirde olmayabiliriz fakat herkesle aynı masada kimliğimizle oturabiliriz. Mümkün!”

Bir televizyonun haber saatinde şöyle bir haber izlemiştim.  Bir muhabir domates tarlasından, üreticiyle yayın yapıyordu. Şöyle diyor: Domates tarlada dört lira, markette otuz, kırk lira. Fransa’da süt üreticileri, tüketicilere ve üreticilere rağmen kamunun süte zam yapmasını protesto ediyor, ilgili kurumların önlerine kendi araçlarıyla uygun olmayan şeyleri bırakıyorlardı. Çünkü bunu, yapılan zammın tüketicilerin alım gücünü düşürerek tabana yayılmasını engelliyor bilinciyle yapıyorlar. İşte bu gerçek bir toplum bilincidir. Gerçek bir hak arama ve toplum isyanı budur. Bu bir anarşi veya terör değildir. Bizde böyle bir protestoyu genelde tüketiciler yapıyor, anarşi ve teröre davet göndererek, çanak tutarak hem de. Genelde top hep başkasına yuvarlanarak atılıyor, sorunun cevabı yanlış yerde aranıyor ve doğru kişiden doğru cevap alınmıyor, merak edilmiyor, talep edilmiyor. Fakat değişmeyen tek şeyin değişim olduğu şu dünyada, değişim aksine faaliyet gösteriyor olsan da seni de değişime mecbur ediyorlar, bir müddet sonra değişime var gücünle dirensen de.

İnsanın önce doğru dinleme ve okuması, doğru düşünme ve anlaması lazım. Sonra doğru yazması ve söylemesi lazım. Ve en önemlisi doğru soruya doğru cevap verebilecek donanımda olması lazım. Lakin bundan daha önce ya ‘soruyu doğru sorma’ yahut ‘cevabı doğru yerde arama’ bilincinde olması lazım. Vicdan insan oğluna verilmiş en özel duygudur, ilahi bir nefestir. Düşünsene bu duyguyu kullanarak çok daha özel olan insanlar da var, hiç kullanamayan insanlar da var şu insanlık tarihinde. Fillerin tepiştiği ve sadece çimlerin ezildiği bir dünyayız. Fili semirtenleri ve semirtip çimlerin üzerinde tepiştirenleri hiç soran yok şu dünyada. Ha bir de şu sarı öküzden rahatsız olanların hikayesi de var!

Şu yüz karınca hikâyesini de Yıldız Tilbe’nin şarkısında verilen dizeler gibi bu konuda buraya yazmayı anlamlı buluyorum: Yüz siyah karınca ve yüz kırmızı karıncayı toplayıp cam bir kavanoza koymuşlar lakin hiçbir şey olmamış. Fakat kavanozu şiddetle sallanmış ve masaya bırakmışlar ki farklı cins karıncalar birbirlerini öldürmeye başlamışlar. Kırmızılar siyahların düşman olduğunu düşünmüşken siyahlar da kırmızıların düşman olduğuna inanmışlar. Oysaki gerçek düşman kavanozun dışında, kavanozu şiddetle sallayan kişiymiş meğer. Ancak bunu kavanozun içindeki karıncalar bilememiş, fark da edememişler. Son karıncayı yiyen diğer yaralı karınca, kendine gelip camdan dışarı baktığında, kavanozu sallayan o karanlık eli nihayetinde fark edebilmiş. O zaman da kavanozda bu gerçeği anlatacak ne kırmızı ne siyah bir karınca kalmış kendinden başka.

Ancak ‘Fare Çuvalı Teorisi’ni de özetlemek gerektiğini yeni fark ettim: Bir trende yolculuk eden mühendis, bir çiftçinin çuvalı belli aralıkla salladığını fark edince ona şöyle sormuş: Çiftçi, “Fareleri ve sıçanları yakalayıp bunları bir araştırma merkezine satıyorum; deneylerinde kullanılıyorlar” dedi. Mühendis, “Peki bu çuvalı neden sürekli evirip çevirip sallıyorsun?” diye sorunca da çiftçi, “Bu çuval fareler ve sıçanlarla dolu, eğer çuvalı çeyrek saatten fazla sallamaz ve çevirmezsem fareler ve sıçanlar rahatlayacak ve oraya yerleşecekler. Bu durumda, onların gerginlikleri azalacak ve çuvalı kemirip delmeye başlayacaklar. Bu yüzden onların korku ve gerginliklerini artırmak için her çeyrek saatte çuvalı sallıyorum. Böylece birbirleriyle çatışırlar, içgüdülerine kapılırlar ve çuvalı unuturlar, ta ki laboratuvara varana kadar” dedi. Mühendis bu duruma fazla şaşırdı. Oysa Fare Çuvalı Teorisi, egemen güçlerin hedef ülkelere karşı ciddiyetle uyguladığı siyasi, ticari, kültürel, diplomatik ve diğer kritik konularda tuzakları anlatan önemli bir metafor.

Aynı durum şu dünyada, her toplumda bugün geçerli. Bu dün böyleydi, şimdi de böyle ancak yarın böyle olmamalı işte. Erkek ve kadın, karı ve koca, genç ve yaşlı, güzel ve çirkin; sağ ve sol, gerici ve ilerici, zengin ve fakir, doğu ve batı; Sünni ve alevi, din ve bilim, dindar ve dinsiz, büyük ve küçük, eski ve yeni… Birbirimizle ayrışmadan ve kavga etmeden önce kendimize şunu sormalıyız artık: Bu filleri kim tepiştiriyor? Bu kavanozu kim sallıyor? Şu dünyayı kim çalkalıyor? Şu sarı öküzden kim rahatsız oluyor? Ve şu fare çuvalını kim silkeliyor? 

Kişiler, milletler, devletler ve dünya ruhen, zihnen, kalben ve bedenen huzur ve istikrara kavuştuğu anda biri çuvalı silkeliyor, biri kavanozu sallıyor, öbürü sarı öküze bıçak sallıyor, diğeri filleri tepiştiriyor… İçimizden ve dışımızdan bize yabancı şer unsurlar, aparatlar, kuluçkaya yatırılmış kuş yumurtaları, kullanışlı elamanlar, maşalar alçaklığın kapısından geçerken hep eğilmek zorunda kalıyorlar… Hiçbir derdi olmayanlar kolay bir şekilde manipüle oluyorlar ya çimleri eziyor ya sarı öküzü veriyor ya birbirini yiyor ya çuvalı kemirip kurtulmayı unutuyorlar. Ne tuhaf ve ne kadar acı!

Bu konuda bir kelamınız varsa söyleyiniz yoksa sükût ediniz, sözü olanı dinleyiniz! Kızgın değilim fakat bazı insanlar kızmazsanız hiç anlamıyorlar. Gerekirse yıllarca sakin dururuz, sükût eder bekleriz. Baktık ki ipin ucu kaçıyor, o zaman kimseye acımayız. İşte onlar için de yumulmuş kadife eldivenli demir yumruğumuz var! Ki bu da biline.

 

21.02.2025

 

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.